Kara Oklar Çetesi: Büyük Macera

ÖĞRENCİ ZİYARETÇİLERİME BİR HATIRLATMA:
Bukitapla ilgili ödeviniz için bu bloga geldiniz. Hoş geldiniz!
Buradaki (veya başka bir yerdeki) cümleleri ödevinizde aynen kullanmanız hırsızlıktır/intihaldir ve bu çok ciddi bir suçtur.
Kendi ödev metinlerinizi kaynaklardan edindiğiniz bilgileri yorumlayarak siz kendiniz oluşturmalısınız. Sevgiler!


Ortaokul çocukları bu kitabın peşinde koşuyor, çünkü öğretmenleri ödev veriyor. Kitap rafa konduktan sonra en fazla 15 dakika içinde yeni bir okuyucu tarafından ödünç alınıyor. Onlarcası gelip sorup “taze bittiğini” öğrenince sıkılıp gidiyor.

Ben de çok merak ediyordum, bu ne menem bir kitap ola ki, diye. Güzel bir okuma grubumuz var, beraber okuyalım diye önerdim. Listeye aldık. Ama bilmem kaç hafta sonra sıra gelecek. Önceki gün baktım, kitap gelmiş. Aman ben şunu okuyuvereyim, bir daha bulamam belki diye kıtlık duygusuna kapıldım.

Okuyuverdim. Bir çırpıda. Notlar aldım, öğrenci gibi okudum romanı.

Roman tarihlerle ilerliyor, zira yazar vermek istediği bilgileri olay akışıyla paralel kurgulamaya gayret etmiş. 8 Ağustos 1928’de başlayıp 29 Ağustos’ta bitiyor roman.

Öksüz ve yetim Erim’in 12. yaş gününde babaannesi Müzeyyen Hanım’ın verdiği emanet mektupla başlıyor macera. Mektup Erim’in 13 Eylül 1919’da Sakarya Meydan Muharebesinde şehit düşen babası Erdoğan Bey’dendir. Mektupta oğluna bir görev verdiğini anlatan Erdoğan Bey bir de kitap bırakmıştır. Erim -eğer babası o zaman hayatta değilse- güvendiği kişilerle birlikte bu görevi kitabın şifrelerini çözerek yerine getirmelidir.

Erim’in yanında ikiz kardeşleri Sanem ve Simin, dostu Zafer ve Osman Hamdi Bey’in torunu Nisan vardır. ‘Beybaba’ diye hitap ettikleri bilgin Muhittin Dede, Şehit Erdoğan Bey’in yakın dostu Miralay Şinasi Bey ve görev boyunca yanlarında olacak velospit tutkunu İbnülcemal Ahmet Tevfik Bey gibi yetişkinlerin de yardımıyla şifreleri çözmeye çalışır çocuklar. Bunun için İstanbul’dan Bursa’ya uzanan küçük seyahatler yapmaları gerekecektir.

Görev boyunca her durakta bir şeyler öğrenirler ya da bir şeylere şahit olurlar. Örneğin Taksim Cumhuriyet Anıtı’nın açılışına katılırlar, çocuklar katılamasalar da Ahmet Tevfik’in gittiği Gazi Paşa’nın Sarayburnu’nda yeni harfleri tanıttığı toplantıyı, Osman Hamdi Bey’in torunu vesilesiyle Anadolu değerlerini ve bunların nasıl yabancı devletlerce yağmalandığını öğrenirler…

Yazar didaktik üslubu dozunda tutmayı başarabilmiş çoğunlukla. Üstelik merak uyandırıyor ve isteyerek okuyorsunuz bütün bilgileri. Doğrusu bu zor bir iş!

Kitapta roman sonrasında romana dair açıklamaların yapıldığı Yazarla Sohbet başlıklı bir kısım var. Burada yazar “Benim Tolstoy olmadığım kesin…” diyerek edebî açıdan mükemmel olmadığına gönderme yapıyor. Doğru elbette. Böylesi bir polisiye macerada bütün detayların birbiriyle uyum içinde olması, birbiriyle çelişmemesi lazım. Ve yazar gerçekten bu konuda azami gayret göstermiş. Yine de çok önemli olmadığı için gözden kaçtığını düşündüğüm birkaç nokta var:

Erim’in ikiz kardeşleri 7 yaşlarındadır, yani 1921 doğumlu olmalılar. Ama Erdoğan Bey 13.09.1919’da şehit düşmüştür. O halde bu ikizlerin babası farklı mıdır?

Erdoğan Bey mektubunda “…görevin sırasında çok yakın dostların, annen Gülten, babaannen…” diye devam eden cümlesinde Erim’e, sayılanlardan başka kimseye güvenmemesini tembihler. Bu cümleden Gülten Hanım’ın Erim’in annesi olduğunu anlıyorum. Gülten Hanım’ın kimliği, hayatı ve ne zaman nasıl öldüğü ile ilgili bilgi yok. Ancak romanın son sayfasında adını tekrar görüyoruz:

“… Hatta gökyüzündeki melek Erdoğan Baba, Gülten Anne, Sanem Anne, hepsi gururla gülüyorlardı…”

Bu cümledeki Sanem Anne’nin kim olduğunu bilmiyoruz. Romanda daha önce hiç geçmedi. Kim acaba?

Kitapta Geçenler bölümü de güzel olmuş. Romandaki hayvanlar, nesneler, olaylarla ilgili ansiklopedik kısa bilgiler verilmiş. Puhu kuşu (Bubo bubo) hakkında Vikipedi derlemesi bilgilere göre bu kuş türü dağlık araziler ve ormanlarda yaşarmış. Ama romanda köşkün içini bahçesini görüp olayları takip edebilecek kadar şehir içinde yaşıyor. İnsanlara daha yakın yaşayan daha ufak baykuş türleri de var. Yıllardır komşunun bacasından mutfak balkonumuzu gözetleyen gibi mesela… 🦉

Anlatıcının ikide bir araya girip okura yönergeler vermesini, açıklamalar yapmasını sevmem ben. Sanki kulağımın dibinden biri eğilmiş bir şeyler fısıldıyor, sinsi sinsi kitabı okuyup bana onu anlatıyor gibi huylanırım. Tamam; vaktiyle Ahmet Mithat yapmış, okuduk bitti. Hadi Mustafa Kutlu’da da biraz gideri var. Ama İzgören’in böylesi bir romanda böyle bir anlatıcı kullanması gerekmezdi bence.

“Şimdi ben okur olsam bizim afacanların yaptığını yapardım. Evin bilgesi kimse, baba, anne, kardeş, onlara sorar; beraber düşünür; bizimkilerden önce bulmaya çalışırdım….” diye uzayıp giden parantez içi anlatıcı lafları şık olmamış. Hele hele roman kişilerine içi çok kaynamış olan anlatıcının çok şirin bulduğu Simin hakkında “Simiş” demesi… Cık! Cık! Cık!

Gerçi romanı bitirince bunun sebebini anladım. Romanın arkasında Yazarla Sohbet başlıklı bir kısmın olduğunu yazmıştım. Sonra 1928 Türkiye’si ve İstanbul’u başlıklı bölüm ve fotoğraflar var. Kitapta Geçenler ve Kahramanlarımız başlıklı bölümler de sonrasında…

Meğer kitaptaki o döneme göre tuhaf karşılanabilecek isimli roman kişileri gerçekten de Ahmet Şerif İzgören’in hayatında yer alan birilerinden esinlenilmiş: Erim yeğeni, Sanem kardeşi, Simin ve Nisan kızları imiş mesela. Gerçekten içi kaynamış adamcağızın 🙂

Yazarın muhabbeti eserine yansımış. Herkes sevimli, her şey sevgili. Olayın geçtiği dönem göze alındığında tarih aktarımı konusunda çok sık yapılan Cumhuriyeti yüceltmek için Osmanlıyı kötüleme ucuzluğuna düşmemiş pek. Yine de çocuklar Yeşil Cami padişah mahfiline gizlice girebilsin ve belli bir taşı söküp altından emaneti alabilsinler diye cami imamını yalanlarla oyalayan Ahmet Tevfik’in imamdan biraz hak ederek dayak yemesi hoş değildi. (Ahmet Tevfik, sonradan bu imam hakkında yalan ihbarda bulunup adamcağızın günlerce eziyet görmesine sebep oluyor. Halbuki nihayetinde imam sorumlu olduğu kamu malını korumaya çalışıyordu.) İmamların olumsuz imajını pekiştiren klişe kabalıklardan biriydi bence. Ki ben bunun da ideoloji aktarımının bir parçası olduğunu düşünürüm. Bu fikrimi destekleyen şöyle de bir fotoğraf notu var:

Yine de fotoğrafa yazarın benim gibi kadınları modern değilse de “Türk kadını” olarak değerlendirdiği şeklinde iyi tarafından bakılabilir. Bu ülkeden dışlanmamak da bir nimet… 1930 yılında bu modernlikte olmayan kadınlar Türk kadını değilmiş demek ki… (!!!)

İdeoloji deyince atlamadan yazayım: Yazarla Sohbet bölümünde yazar romandaki dil tercihlerinin sebeplerinden bahsetmiş. Okura nasihat bağlamında da şunları zikretmiş:

Bugün sizin yaşınızdaki bir İngiliz, yüzyıl önce yazılmış İngiliz romanını okuyup çok rahat anlarken siz Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şahane romanı Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü anlayamaz durumdasınız. Bu durum Atatürk’ün Harf Devrimi’yle ilgili değil. Ben de o devrimden çok sonra doğdum ama ben anlayabiliyorum. Bu durumun iki sebebi var. Birincisi, dilimiz yabancı kelimelerin istilasına uğradı. İkincisi dilin içine 1960’lı 1970’li yıllarda siyaset girdi; ideolojiler, siyaset derken. Sonuç: bundan elli veya altmış yıl önce yazılmış Türkçe bir kitabı gençler anlayamıyor. Ne kadar ayıp ve yazık, değil mi?

Ortaokul çağındaki çocukların Tanpınar’ı anlayamayışını dil değişikliğine bağlaması çok komik. “…ben anlayabiliyorum.” cümlesi parçada ahengi bozan cümle olduğu için parçadan çıkarılmalı (YGS alışkanlığı 😉).

50-100 yıl önceki eserleri anlayamamanın sebeplerini basitçecik “yabancı kelimeler ve 60’lardan sonraki siyaset”le açıklaması ise çok acayip. Harf Devriminin bir parçası olduğu, bizzat Atatürk’ün titizlikle ilgilendiği ve şahsen gayret ettiği Dil Devrimini görmezden gelmek için nasıl bir mazereti vardı acaba?

Uzun lafın kısası, göze batan küçük birkaç pürüz dışında gayet keyifli, sürükleyici, bilgilendirici, hitap ettiği yaşa uygun güzel bir romanmış bu kitap. Hedef kitlesi farklı olmakla beraber heyecan ve bilgiyi yoğunlukla veren iki kitabı daha hatırladım şimdi: Sophie’nin Dünyası ve Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk. Bu kitapı okuyan çocuklar vakti gelince bu ikisini de okusunlar bence.

Teşekkürler!